İran Seyahatnamesi
İran’a 15 günlük (17-31 Mayıs 2010) bir geziyi bitirdik. Bu süre içinde Tebriz, Zencan, Kazvin, Hamedan, İsfahan, Şiraz, Yezd, Nain, Kum, Tahran, Chalus, Ramsar, Bander-e Anzali, Astara, Erdebil, Urumiye gibi önemli merkezlerini gezdik gördük. Abarkuh Çöl’ünde susuz kalkmış Sabuhayı canlandırdık, Hazar Denizi (Gölü) ‘nde yüzdük. Bazen hiç viraj görmeden kilometrelerce dümdüz motor sürdük, bazen de virajları sayamadık. Zamana karşı yarışarak mümkün olduğunca çok yer görmeye çalıştık, bol bol fotoğraf çektik.
İran hakkında bildiklerimiz genelde medyanın bize yansıttığı ve birazda Amerika’nın göstermek istediği öcü şeklindeydi. Sıklıkla dediğim gibi bildiklerimiz biraz mış-muşlarla doluydu.
İran’da şeriata dayalı bir rejim olduğu, kadınların başörtüsü takmak zorunda olduğu, alkollü içkinin yasak olduğu, Amerika başta olmak üzere bazı batılı ülkelerce uluslararası ortamda tecrit edildiği ve kapalı bir toplum olduğu da bilinen gerçeklerdi.
İran’da nüfusun yarısına (otuz milyon) yakının Azeri olduğu, Azerilerin ağırlıklı olarak kuzeyde, Farslılarında güneyde olduğu ve her yerde Türkçe kullanabileceğimizi biliyorduk.
İran’da kaldığımız süre içinde kayda değer bir olumsuzluk yaşamadık. Herkes son derece yardımcı oldu. İran’a Türk olarak gitmek büyük bir avantaj, herkes Türkiye’yi çok seviyor. Türkiye’den geldik dediğinizde ya da yanınızdan geçerken Türkçe konuştuğunuzu duydukları zaman sanki akan sular duruyor, herkes çok yardımcı olaya çalışıyor, evine davet ediyor. Özellikle Farsi bölgede Türkiye dediğinizde “TÜRKİYE ATATÜRK” diyorlar.
İlk şokumuzu sınırı geçtikten sonra benzin alırken yaşadık. Türkiye’de 70 TL.ye dolan depomuz orda yaklaşık 10,5 TL.(7000 Tümen) ‘ye doldu. Bu şok çok hoşumuza gitti.
İbrahim Tatlıses, Emel Sayın, Sibel Can, Ebru Gündeş herkes tarafından tanınıyor ve şarkıları dinleniliyor. Biraz futbolla ilgili iseler Mustafa Denizli’yi soruyorlar. Denizli’nin İran’da çalıştırdığı takımın taraftarları da hala kalbimizde biz onu seviyoruz diyor. Hemen hemen herkes uydu aracılığıyla Türk televizyonları seyrediyor ve dizilerin acayip takipçileri. Diziler Türkiye’de nasıl ilgi ile izleniyor ise İran’da da aynı ilgi mevcut.
Tahran’da gece motosikletlerin yanında bizi evine götürecek arkadaşı beklerken yanımızda bir araba durdu ve bir anne ile 9-10 yaşlarında kızı indi, evlerine gitmek üzereyken bizim Türkçe konuştuğumuzu duyup yanımıza geldiler ve kadın Türkçe konuştu. Kadın Türkçeyi TV Dizilerinden öğrendiğini bize anlattı, küçük kızda çok güzel Türkçe konuşuyordu. Kız da TV’den öğrenmişti. Eşi geldi evlerine davet ettiler ancak başka yere sözümüz olduğu için gidemedik.
Benzin alırken 3 motosikletin aynı olması nedeniyle tek pompadan sayacı sıfırlamadan depoları doldurup tek elden ödeme yapıyorduk. Tebriz’den Hamedan’a giderken Tebriz çıkışında benzin aldık. Pompadaki arkadaş pompayı sıfırlamadığı halde: ben birinci motor benzin aldıktan sonra pompayı sıfırladım (özüm sıfırladı) diğer 2 motorda sıfırlamadım demek suretiyle bizden 1 depo fazla benzin ücreti (6500 Tümen=10 TL) istedi, itirazlarımız fayda etmedi ya da biz derdimizi anlatamadık sonuçta ödedik ve bizi kandırdığını kendisine söyledik. Tek yaşadığımız olumsuzluk bu oldu.
3 defa polisle muhatap olduk. Birincide Hamedan-İsfehan arasında Saveh şehrinde tarihi yerleri gezerken yanlış yere gitmiştik. Polis geldi pasaport kontrolü yaptı kendi evraklarına kayıt etti sonra da görmek isteğimiz yerleri harita üzerinden tarif edip birde kroki çizdi. Polislerin sayesinde 4000 yıllık ağaç gördük.
İkincisinde Tahran’dan Hazar Denizi’ne geçerken Tahran çıkışında sadece birimizin trafik sigortasına (İran’a giriş yaparken Bazergan sınır kapısında 15 günlük yaptırmıştık 13.000 Tümen=20 TL) baktı, iyi yolculuklar diledi.
Üçüncüsünde: Tebriz’den Esendere sınır kapısına gelirken Urumiye şehir girişinde sigara almak için durmuştuk motosikletli bir trafik polisi geldi ve beraber bir şehir turu atmak istediğini söyledi. Bizde kabul ettik alışverişimiz bitince sirenlerini açtı ve 1 trafik polisi + 3 Vstrom olarak şehir turu attık, bu arada bir motosikletli daha bize katıldı. O da polis motosikletlerinin servis ustasıymış. Keyifli bir tur oldu. Trafik Polisinin amir pozisyonunda yetkili bir kişi olduğunu gezerken anladık. Zira polisler bütün yolları kestiler, trafiği dururdular ve selam verdiler. Fotoğraf çekiminden sonra vedalaştık.
Türkiye’ye dönerken Urumiye’de (sınıra yakın son şehir) sınır kapısında benzinlik olup olmadığını sorduk var dediler. Sınırdan çıkmadan depolarımızı (benzin ucuz ya) orda doldurmaya karar verdik. Ama kapıya gelince bir sürpriz vardı. Benzinci elinde serbest kartı (bu kartla benzinin litresi 400 tümen) olmadığı bu nedenle bize benzin veremeyeceğini söyledi. Bizde kendi kartıyla vermesini (bu kartla benzinin litresi 100 tümen) göstergeyi 4 ile çarpabileceğimizi söyledik. Elinde kendi kartının da olmadığını söyledi. Bizim için iki durum ortaya çıktı ya 50 km geriye Urumiye’ye dönüp benzin alacaktık, git-gel 100 km yol yapacak ve zaman kaybedecektik ya da karaborsa benzin alacaktık. Biz ikinciyi tercih ettik litresi 450 tümenden kartı olan biriyle anlaştık. Biz litresine 50 tümenden 3 motor için 48×50=2400 tümen= 3,5 TL fazla ödeyerek depolarımızı doldurduk. O da litresini 100 tümene aldığı benzini 450 tümene satarak 48×350=16800 tümen=25 TL fazladan para kazanmış oldu.
İsfehan’a gittiğimiz gece 12.30 civarı Meydan-ı Nakşi Cihan (İmam Meydanı) ‘na gittik. Kimsecikler yoktu (sonradan öğrendik o saatlerde herkes Si-O-Se Pol (33 gözlü köprü) civarına olurmuş) yanımıza üst baş pejmürde saç sakal karışmış berduş bir tip geldi ve İngilizce olarak konuşmaya başladı bizim Türk olduğumuzu öğrenince de Türkçe konuştu. Türkiye ve dünya hakkında inanılmaz şekilde bilgi sahibi olduğunu gördük adam bizim sanatçıların secerelerini saydı, etnik kökenlerini söyledi ağzımız açık kaldı. Bu adam da buranın Diyojen’i dedik.
Müthiş bir araç ve motosiklet trafiği var. İran’da 250 cc. den büyük motosiklet yasak. Büyük cc.li motosikletleri sadece motosiklet federasyonuna üye kişiler alabiliyor ancak trafikte kullanamıyorlar. Sadece haftada bir kez tatil (Cuma) günü pistte binebiliyorlar. Bu durumda da bizim motosikletlere ilgi çok büyük oluyor. Bu ilgi bazen rahatsız edici olabiliyor. Şöyle ki güneşten pişmiş halde bir yer arıyorsun etrafını bir anda 10-40 arası motosiklet sarıyor. Kimi tek teker yapıyor, kimi motor üstüne yatıyor, kimi amuda kalkıyor, kimi bağdaş kuruyor veeee “Bunun kıymeti nicedir? “sorusu. Bir taraftan sorulara cevap ver, bir taraftan yer ara, bir taraftan gösterileri seyret, bir taraftan sıcak, bir taraftan yoğun ve delice trafik sıkabiliyor.
Araç trafiği müthiş, trafik lambası hemen hemen yok. Her yönden araçlar durmayacakmış gibi ilerliyor. Bu nasıl trafik napcaz lan derken siz gideceğiniz yönü ya da yapacağınız hareketi belli ettiğiniz an O yöndeki bütün araçlar yol veriyor. Bizde olduğu gibi yol benim, geçemezsin, arayı kapatayım araç girmesin gibi bir kavram yok, bağıran çağıran, korna çalan yok herkes yol veriyor, şaşırıyorsunuz. Burada yazılı olmayan trafik kuralları çok iyi işliyor. Bizde alışıyoruz ve oldukça keyifli oluyor.
İlk girişte Tebriz’de para bozduracağız çarşıya gittik, acayip bir trafik karşıya geçmeye cesaret edemedik. Yanımızda bulunan Tebriz’li arkadaş geçin bir şey olamaz dedi. Trafik akışına bakıyorum çizgi filmlerdeki gibi karşıya geçmek ölüm, bu düşünceyle ayağımızı yola atıyoruz o da ne bütün araçlar geçmemiz için duruyor, yavaşlıyor kısacası yol veriyor. Alışıyoruz karşıya geçerken sağa sola bakmaya gerek bile yok herkes yol veriyor.
Tahran’da ki trafik İstanbul’dan birkaç kat daha yoğun, hareketli, hızlı ve karışık. Ancak yollar, yönlendirmeler ve şoförler çok başarılı en çok Tahran trafiğinden endişe duyuyorduk çok çabuk uyum sağladık.
Tahran’da sürpriz : motosiklet taksiler çalışıyor. Onlar için durak, park yeri ve yolcu indirme-indirme bölümü ayrılmış. Yolun sağ tarafına 1,5 m genişliğinde şerit çekilmiş. Yüzlerce taksi motosiklet bu şeritle ayrılmış alana giriyor. Burada karşıya geçemeye cesaret edemedik öyle yoğun bir akış var. Biz cesaret edemedik ama o yoğunlukta motosiklet taksiye binecekler el ediyor, motosiklet taksi duruyor, yolcu (2 kişi) biniyor ve bu esnada o daracık alandan yüzlerce motosiklet geçiyor ne çarpan var ne korna çalan, ağzım açık olan biteni seyrediyorum.
İran’da 3 tip (yaklaşık %90) motor kullanımı var.
1. Tip: Motora 3 erkek biniyor, güle oynaya gidiyor.
2. Tip: Motora bir baba, bir anne, önde ayakta duran bir çocuk olmak üzere 3 kişilik çekirdek aile biniyor.
3. Tip: 1 genç erkek, 1 genç kız. Delikanlı motorun arkasına atmış manitasını/sevgilisini oynaşarak gidiyor.
Tahran’da ikinci bir sürpriz daha yaşadık ve İran’da şeriat rejimi olduğunu o zaman anladık. Devrim Tahran’da bize katıldı, artık 4 kişiyiz. Beraber metroya bindik, Derbend’e çıkmak için otobüse bindik, Humeyni’nin mezarına gittik, lokantada oturduk, çarşı pazar dolaştık hiç kadın-erkek ayrımı yaşamadık. Ancak şehir merkezinden otobüse binerken sürpriz. Otobüs haremlik-selamlık. Bayanlar orta kapıdan biniyor, erkekler ön kapıdan. Şok olduk ve İran’da olduğumuzu hatırladık. Öğrendik ki bu kural sadece şehir merkezinde çalışan otobüslerde geçerliymiş. Metroda, şehirlerarası otobüslerde, şehir merkezi dışındaki belediye otobüslerinde böyle bir uygulama yok.
Tebriz’de dolaşırken benzer bir sürpriz daha yaşadık. Bir camiye girecektik Devrim’in başı örtülü ve uzun kollu giyinmiş olmasına rağmen çarşaf benzeri bir şalla örtünmesini istediler. O camiye girmek isteyen bütün bayanlar için geçerli bir kuraldı fakat Humeyni’nin mezarı dahil başka cami ve türbelerde böyle bir uygulama ile karşılaşmamıştık. Devrim’de isyan bayrağı çekip içeri girmedi.
İran halkı gezmeye çok meraklı gittiğimiz bütün tarihi mekanlarda gezen bir sürü İran’lı gördük. Bunların içinde bizim gibi turistik maksatla gezenler olduğu gibi, çok sayıda öğretmenleri ile gelmiş üniversite öğrencileri de vardı. Öğrencilerle yaptığımız muhabbetlerde herkesin kendi bölümüyle ilgili olarak gezdiklerini ve ders yaptıklarını öğrendik. Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri resim yaparken, Sanat tarihi öğrencileri kendi branşları açısından eserleri inceliyorlardı. Bu anlattığım sadece bir eser veya mekana ait değil, her gezdiğimiz eser ve mekanda benzer manzaralar gördük.
Birçok şehirde Şah Rıza Pehlevi, ailesi ve babasına ait saray ve köşkler gezdik. Şimdiki şeriat yönetimi Şah’ı devirerek gelmesine ve Şah’ın kaçmasına rağmen Şah’a ait saray, köşk vb. yerleri müze şekline getirmiş ve halka açmıştı. Şah’ın yabancı devlet adamlarıyla yemek yediği oda ve yemek masaları yemek takımlarıyla beraber aynen muhafaza edilmiş ve buralarda en son hangi devlet adamlarıyla yemek yediği yazılmıştı. Adamlar tarihlerini silmemişler bilakis müze haline getirip halka açmışlardı.
Bütün şehirlerinde çok büyük parklar vardı. Parkların hemen hemen hepsi eskiden kalmaydı, tarihi özellikleri vardı. İranlılar böyle parklar yaparken biz niye uyumuşuz bir iki şehrimiz hariç öyle güzel parklarımız yok diye düşündüm. Akşam saat 09.00 civarı olunca herkes bu parklara koşuyor. Yemeğini, çayını, tüpünü kapan parka atıyor kendini iğne atsan yere düşmez, yürürken adım atmakta zorlanıyoruz. Bunu bütün şehirlerde yaşıyoruz. Ayrıca başka şehirlerden gezmeye gelenlerde çadırlarını bu parklara kuruyor ve orada yatıyorlar. Böylece otel ücreti vermiyorlar. Bu durum oldukça yaygın.
Benim açımdan en olumsuz yere geldik. Özellikle Fars bölgesinde sulu yemek, yeme ve çorba içmek şansı yok. Çünkü bu tip lokanta yok. Tavuk şiş, et şiş, Adana ve pilav (yağsız, tuzsuz) yiyebileceğiniz yemekler. Ayrıca sosis, pizza ve hamburger. Sosisler güzeldi. Haa birde bizim dönere benzer kıymadan mamül bir döner vardı, çok yağlı olduğu için yemeye cesaret edemedik. Deve etinin de tadına baktık. Deve eti olduğunu bilmesek dana etinden ayıramazdık. Tahran’dan Hazar Denizi’ne geçerken orman içinde bir Azeri Türkünün işlettiği dinlenme yerinde içtiğimiz yayla çorba mükemmeldi.
Tahran’da Omidvar Kardeşler isimli bir müze gezdik ve beni çok etkiledi. İranlı 2 kardeş 3 yıllık bir çalışma, planlama ve hazırlığı müteakip 1953 yılında ceplerinde 90 dolar ve iki motosikletle 10 yıllık bir dünya gezisine çıkıyor. Önce 7 yıl, kısa bir aradan sonrada 3 yıl. Kutuplardan, Afrika’ya, Japonya’dan Amerika’ya her yeri dolaşıyorlar, film ve fotoğraf çekiyorlar. Fransa’dan geçerken Citroen Fabrikası onlara bir Citroen araba hediye ediyor ve gezinin bir bölümünü bu araçla yapıyorlar. Müzedeki fotoğraflar her şeyi çok güzel açıklıyor. Bu arada unuttum gezi öncesi İran’dan İngiltere’ye 2 bisikletle giderek oradan 2 motosiklet alıp İran’a dönüyorlar. Dünya turuna bu motosikletler ile çıkıyorlar. Bunu da turdan saymıyorlar. Bizde kendimizi birşey yapıyor zannediyoruz.
Kadınları, rejimin etkisinden dolayı son derece kapalı giyinmiş, kıyıda köşede pasif bir durumda göreceğimi düşünüyordum yanılmışım. Kadınlar çok aktif sosyal hayatın her yerinde varlar. Ayrıca çok ilgililer. Çoğu yerde kadınlar yanımıza gelerek motosikletler hakkında bilgi aldı, soru sordu fotoğraf çektirdi. Bazı yerlerde biz fotoğraf çektirirken bizim karelerin için girmek suretiyle espri yaptılar ve kendileriyle sohbet ettik. Gitmeden önce bizi kadınlarla ilgilenmeyin, bakmayın diye uyarmışlardı. Tam tersi oldu onlar hep bizle ilgilendiler. Bizde eskiden Gençlik Parkında bir tahtadan kuyunun içinde motosikletle gösteri yapılırdı. Aynısını Bender-e Anzali’de gördük ama bir farkla, gösteriyi yapan genç bir kadındı. Kocası Türkçe biliyordu biraz konuştuk, beraber fotoğraf çektirdik. Israrlı bir şekilde evlerine davet ettiler ama vakit darlığı nedeniyle gidemedik. Tahran’da Derbend Dağında trekking yapan, karlar üzerinde tırmanış yapan kadınlar gördük.
Kadınların % 20 civarı çarşaflı, diğerleri genelde alta kot pantolon giyip üzerine popo kısmını örtecek uzunlukta hırka, tunik vb. şeyler giyiyor. Makyajlar müthiş. Saçlarını topuz yapıp bu topuzun üstüne ince bir başörtüsü bırakıyorlar, bağlamak falan yok saçlarının yarısı açık. Ben kadınları çok daha kapalı bekliyordum ama öyle değilmiş ayrıca çok sosyaller.
Persapolis, Şiraz…
İran’da 5.000 km civarı yol yaptık. Sıcaklığın 50 derecenin üstünde seyrettiği çöl bölgelerinde ya da karların buzların yeni eridiği 4.000 m civarı yüksekliği olan platolardan geçtik. İnanılmaz bir tır trafiği var tren katarı gibi onlarcası, yüzlercesi peş peşe gidiyor. Buna rağmen zemini bozulmuş, eğilmiş bükülmüş, kocaman çukurlar açılmış bir yol görmedik. 150 km süratle giderken birden asfaltı olmayan toprak yola girmiyorsunuz yani sürpriz yok. Yollar Türkiye’den kat kat iyi.
Ben İran’a giderken kadınların çok kapalı ve geri planda kaldığı, teknolojik açıdan daha geri, rejim baskısının her yerde çok sıkı hissedildiği bir ortam bekliyordum. Ancak öyle olmadığını gördüm. Kadınların çok kapalı giyinmediklerini ancak yine de vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde giyindiklerini (evlerde ki giyimlerinde bizim bayanlarımızdan farkları yok), baş kapatma olayını abartmadan mümkün olduğunca saçın ön bölümü açık olacak şekilde hallettiklerini gördüm. Akaryakıtın ucuz olmasının hayatı nasıl ucuzlattığını gördüm. Rejim polislerinin sıradan insanlarmış gibi devamlı olarak halkın arasında dolaştıklarını gördüm. İran’ın Amerikan gözüyle medyada yansıtıldığı gibi olmadığını anladım. Biraz kalabalıktan uzak yerlerde yaptığımız muhabbetlerde İranlıların Atatürk Türkiye’sine imrenerek baktığını gözlemledim.
Bunlar benim gözlemlerim, bir başka göz daha farklı şeyler algılayıp yorumlayabilir.
Kısacası gittik-gördük-gezdik ve her şeyden önemlisi keyif aldık. Saygılar sevgiler…