Mardin…
Şenol’la birlikte yaptığımız onlarca yolculuklardan birinde, Diyarbakır’dan yola çıkıyoruz ve Mardin’e varıyoruz hemencecik… Zaten Diyarbakır-Mardin: 95 km.
Bir de merak ederseniz; Mardin-Ankara: 995 km, Mardin-İstanbul: 1448 km. Bir de uçak alternatifiniz var. Mardin Havaalanı’nın şehir merkezine uzaklığı yaklaşık 20 km. Mardin Havaalanı Kızıltepe-Mardin yolu üzerinde ve şehir merkezinden; minibüs, servis veya taksiyle ulaşabilirsiniz. Mardin Havaalanı, Kızıltepe’ye 8 km, Nusaybin’e 66 km, Midyat’a 75 km uzaklıkta… Biz yolculuğumuzu motorla yaptığımız için memnunuz…
Mardin’e girer girmez, Ptt binasının karşısındaki kafede oturuyor ve çaylarımızı yudumluyoruz. Oturduğumuz kafenin hemen yanında Şehidiye Camii…
PTT önü dedim ama o PTT; 1890 yılında Şahtana ailesi Ermeni mimar Lole’ye yapılmış bir konak. Zaman içerisinde hastane ve otel olarak kullanmış ve 1953 yılında Şahtana ailesinden satın alınarak PTT binası olarak kullanılmaya başlanmış.
Kapı, pencere ve binanın hemen her yerinde inanılmaz güzellikte taş işçiliği görmek mümkün…
Çay içerken uçsuz bucaksız, muhteşem bir Mezopotamya manzarası çıkıyor karşıma. Bu manzara göz alabildiğine ova, geceleri de denize dönüşüyor tabii…
Mardin Yeni Yol’dan Mardin dokusu…
Mardin; sarı kalker taşından yapılan ve üzeri geleneksel motiflerle süslü evleriyle ünlü. Bu kalker taşının özelliği ise kolay işlenebilmesi. Bölgedeki çok sayıda ocaktan çıkarılıyor. Mardin evlerinin en büyük özelliği, taş işçiliği. Kapı ve pencereleri; sütuncuklar, kemerler ve değişik motiflerle süslü bu evler; gerçekten harika. Ara sokaklarda yürüyün ve bu güzellikleri görmek için gidilmesi gereken bir yer Mardin…
Şu güzel Mardin fotoğrafına bakar mısınız lütfen…
Sokaklar dar ve hep basamaklı olduğu için eşeklerle yük taşınıyor. Daracık, gözünüzün taş rengine doyduğu Mardin sokaklarında dolaşmak çok güzeldi…
Mardin Kalesinin; kim tarafından ve hangi yıl yapıldığı hakkında kesin bilgi ve belge yok. Ama; 10 ncu yüzyılda; Hamdaniler tarafından yapıldığı sanılıyor. MÖ.330 yılında; güneşe ve ateşe tapan, Şad Buhari isimli hastalıklı bir kralın, buraya gelip uzun süre kaldığı ve hastalığının iyileşmesi üzerine, burada ikamet etmeye başladığı biliniyor. Kale; 800 m. uzunluğunda, 30-150 m. genişliğinde, doğal kaya üzerine kurulmuş bir konumda. Mardin Kalesinin diğer bir ismi “Kartal Yuvası”dır.
Mardin… Eski büyük tarihi taş hanlar, konaklar, kiliseler, camiler, sinagoglar… Hepsi bir arada. Mardin, gerçekten de binlerce yıllık farklı medeniyetleri bir arada barındırabilmiş. Yüzyıllardan beri din kardeşliğinin, tüm inançlara duyulan saygının, dinine bakmaksızın kurulan dostluk ve komşulukların hikayesi Mardin’de yazılmış. İşte böyle bir yer Mardin… Hep söylenir ya; çok çeşitlilik diye. İşte bunun merkezi Mardin…
Biz Mardin’den ayrılıp, yeni yoldan Kasımiye Medresesi’ne gidiyoruz… Maalesef restorasyon çalışmaları vardı. Kapalı değildi ama inşaat halindeydi… O yüzden çok fazla fotoğraf çekmedik. Şimdi tertemiz, restorasyon yapılmış şekilde…
Şenol, Akkoyunlu Beyi Kasım Bey tarafından kurulmuş bu medresenin avlusunda, duvardaki çeşmeden buz gibi akan su, oluktan geçerek havuza ulaşıyor. İnsan yaşamını doğumdan ölümüne kadar anlatmak için felsefi bir yaklaşım ve mimariyle tasarlanmış bir havuz. Suyun akışıyla doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrası simgelenmiş. Çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil ediyormuş. Daha sonra bu su kanallarla toprağa geçiyor. Bu da topraktan tekrar can bulmayı. İlginç ve güzel bir düşünce…
Güzel bir fotoğraf karesi buluyor, çekiyoruz ikimizde… Amcam dışarıda çalışan işçileri izliyor sanıyoruz. Dışarıda ki gürültüleri merak ettim. Şenol’da beni fotoğraflamış… Sevdim valla bu fotoğrafı…
Meğerse, çocuklar Kasımiye Medresesinin önüne tezgahlarını açmışlar. Hediyelik eşya satmak için… Ama nedense kavga ediyorlardı… Sonra da toplanıp gittiler…
Eski Mardin’i cepheden gören bir yol üzerinden, Mardin’den 5 km. dışarıda olan Deyrulzafaran Manastırına gidiyoruz… Adından da anlaşılacağı gibi safran yetiştirilirmiş burada. Dini eğitim verilen, merkezin dışında yüksek bir yerde tek başına yerleşmiş, inziva yeri gibi. İçerisi çok temiz, düzenli, estetik ve medeni. Kapılar çok değerli ve eski. Üzerindeki işlemeler anlatılmaz…
Bundan 16 yy. önce güneşe tapanlar kendilerine bir tapınak yapmak istemişler. O dönemde Mezoptomya topraklarını tamamen gören safran çiçeklerinin yer aldığı Mardin’in 5 km. dışında inşa edilmiş. Manastırın duvarları o dönemde safran rengindeymiş. Manastırın alt bölmelerinin birinde kilit taş yöntemi ile inşa edilmiş, o dönem güneşe tapanlar ibadetlerini gerçekleştirdiği bir bölme mevcut.
Manastır ziyaretleri çok düzenli bir şekilde yapılıyor. Belli saatlerde, gençlerin rehberliğiyle…
Arada bir birbirimizi de çektik tabii…
İçeriden kilise… Sayıları günümüzde çok az kalan Süryanilerin en çok ibadet ettikleri manastırda, 52 Süryani Patriğinin mezarı da bulunuyor. Bugün; halen yaşayan ve rahiplik yapan, Süryani papazlar var ve orjinal giysileriyle görebilirsiniz.
Deyrulzafaran Manastırı’nın Revaklı avlusu…
Kibrit çöplerinden Darulzafaran Manastırı…
Ve bir kaç kare daha çekip devam ediyoruz…
Safran renkli duvarlar…
Manastır gezimizi bitirdikten sonra Midyat’a doğru devam etmeye karar veriyoruz… Midyat 63 km. mesafede… Yine keyifli bir yolculuk yaparak Midyat’a varıyoruz. Önce konaklama işimizi Midyat Öğretmen Evi’nde hallediyoruz. Sonra da gezmeye başlıyoruz… Midyat Devlet Konukevi olarak kullanılan konak tüm Midyat’a hakim. Mimari olarak da güzel. Konağın içindeki bazı odalar görülebiliyor. Midyat’ta çekilen bir çok diziye de ev sahipliği yapmış tabii…
Şenol fotoğraf çekiyor, ben de onu. Tabii kendimi de gölgemle kareye dahil etmeyi unutmuyorum… 🙂
Ardından da Midyat Öğretmen Evi’ne… 🙂
Sabah kalkar kalkmaz, ilk hedefimiz Nusaybin yolundaki Beyazsu…
Midyat-Nusaybin İlçelerinin arasında bulunan Beyaz Su mesire yeri, sıcak havanın hakim olduğu bölgede, serinliği ve su kenarına yapılan çardaklarıyla tercih edilen bir mekan olmuş. Serinlemeye çalışan vatandaşların, piknikçilerin uğrak yeri ve bir dinlenme alanına dönüşmüş. Dağlardan çıkan ve keskin inişlerden dolayı hızlı bir akışa sahip olan su, o sıcacık bölgede serinlik veriyor insana… Özellikle bizim geldiğimiz bu Ağustos sıcağında…
Yazın ortasında buz gibi suyu, suyun üzerine kurulmuş çardaklar ve suyun içinde masalar. Sanki Fethiye’de Saklıkent’deyiz…
Tabii günün ilk öğünü olan kahvaltımızı burada yapıyoruz. Sabahları Beyazsu’da sadece çay servisi oluyormuş. Tabii bunun nedeni hafta içi olmasıymış. Alabalık isterseniz olurmuş. Allahtan Midyat’dan aldığımız ekmeğimiz var ve hemen oracıkta bulunan peynirimizi taze demlenmiş çay eşliğinde yiyoruz… Yemin ediyorum bu lezzet , bu keyf başka…
Bakar mısınız Şenol’un çay keyfine… Gerçekten çok keyifli…
Benim ki de fena değil. Bu keyfe doyum olmaz ama Yolcu da Yolunda Gerek…
Midyat’a geri dönüyoruz ve şehir girişinden başka bir yola giriyoruz. Amacımız esasında Mor Gabriel Manastırına gitmekti ama 30-35 km. gitmemize rağmen bulamıyoruz. İkimizin de sevmediği şey navigasyon… Tekrar geri dönüyor ve Batman yoluna çıkıyoruz.
Yoldan iki kare daha…
Mardin’i anlatmak kolay ama yaşamak gerek. Bu sefer rotamız Hasankeyf…